Falaka, Osmanlı İmparatorluğu'nun son zamanlarında, İstanbul'da geçen, yazarın ilk ağızdan gününü yansıttığı, aktardığı bir anı kitabıdır. İsminden de anlaşılacağı üzere falakadan bahsedileceği aşikâr. Ancak bu "uygulama" kitapta direkt olarak verilmemiş. Olay örgüsü bu anlamda tahmin edilebilir olmaktan bir nebze uzak. Bu da okumayı güzelleştiren bir unsur.
Kısa bir girişten sonra şimdi biraz daha parçalı inceleme yapalım. Bu incelemeyi ben yaptığımdan dikkat çekeceğim noktalar da değişecektir. Kitap üzerinde içeriğin gelişmesi sizin de yardımınızla yani yorumlarınızla mümkün olacaktır.
Âmin alayı
Çocukların Kuran okumayı öğrenip, Arapça yazı yazmayı ve elbette ki Arap harfleriyle okumayı da öğrendiği Kuran kurs ve örgün öğretimin yapıldığı okulların karması niteliğindeki mektepler toplumda çok önemli bir yer işgal etmektedir. Öyle ki çocukların mektebe yazılmaları sebebiyle mahallede ve mektepte geniş çaplı denilebilecek merasimler terkip ediliyor. Bu merasime "âmin" deniliyor. Mektebe kaydolan çocuk başta olmak üzere bir bayram havasıyla tüm mahalleli en güzel kıyafetlerini giyerek bu alaya dahil oluyor. Bu alayda ilahiciler, hafızlar, hocalar, ve diğer öğrenciler mektebi temsilen yer alıyor ve çeşitli etkinlikler yapılıyor. Yeni mektepli olan çocuğu -Ahmet Rasim gibi- en çok heyecanlandıran ise bir midilli ile belli bir güzergahta gezdirilmesi olsa gerek.
Mektepte misafirlik
Âmin sona erdikten sonraki üç okul günü "misafirlik" olarak belirlenmiş. Hem ders yoğunluğu olsun hem de ceza, çocuğu mektebe alıştırma ve ona mektebi sevdirme açısından oldukça azaltılıyor. Dördüncü gün diğer öğrencilerle "eşitlenen" öğrencide şok etkisi olmasın diye yoğunluk azar azar artırılıyor. Pek tabi -Ahmet Rasim'in deyişiyle- uslu duranlar dayaktan, cezadan uzak kalıyor.
Mektep değiştirmeler
Ahmet Rasim'in âmini sonrası yanlış hatırlamıyorsam 3 kere mektep değişikliği gündeme geliyor. Bu değişiklikler kimi zaman evin yanması, kimi zamansa evi üç harflilerin basması nedeniyle oluyor. Son değişiklik ise Rasim'in halasının isteği üzerine oluyor. Halası Rasim'i aile eşrafıyla beraber evine davet ediyor. Bu kısımdan sonra Rasim, artık, "seksenlik yeniçeri eniştesi"nin himayesine giriyor. Bu arada eklemek gerekir: kendisi küçük yaşta babasını kaybetmiş bir yetimdir.
Bevvab
Amin alayı sonrası mektebe başlayan çocuk artık mektebin bir üyesidir. Bu üyelik gereğince bazı ayrıcalık veya daha doğrusu gündelik hayattan farklı uygulamalarda da bulunuyor. Bunlardan biri de o zamanın yaya servisi bevvablar. Bevvab kelime olarak "kapıcı" anlamına gelmekte. Öyle ki anlamıyla paralel bir şekilde bevvablar mektepli çocukları sabah evlerinin kapısından mektep kapısına, paydos zamanı da mektep kapısından evlerinin kapısına bırakan, bununla görevli, mektep bünyesinde iş gören kişilerdir. Bevvablar, günümüz servis anlayışına benzemektedir. Ancak elbette ki günümüz servisçisinden oldukça farklıdır. En bariz farkı bevvabın daha yavaş ve "pratik" olmamasıdır. Ancak bu, çok yüzeysel bir bakış açısı. Bunun haricinde bevvab bir güven teşkil etmektedir, çocukları kollamakta, mektep yolunda onları bir düzene koymaktadır. Göz kulak olma deyimi bu görevliler için biçilmiş kaftan niteliğindedir. Elbette uzun okul yolları için servis vazgeçilmez bir unsurdur ancak bevvab kadar güven vermesi(elbette ki bevvab seçimi burada çok önemli, aksi halde bin kat daha kötü bir uygulamaya dönüşür) pek de mümkün değildir.
Kara Sütnine
Arap-Mısır kültürünün etkisi olan "sütanne uygulaması" Osmanlı'da çokça rastlanılan bir durum. Bu durum kitapta da mevcut. Öyle ki Rasim'in bir sütninesi vardır. Genelde de sütannelerin "Arap bacı" tabiriyle anılması köken itibariyle sütannelerin zenci(Habeş) veya esmer tenli(Arap) olmasındandır. Rasim sütninesinden, "her şeye karışan Arap karı" diye bahsetmektedir. Sütninesinden -yine kendi tabiriyle- hafif bir tokat yediğinde ise "Arap damarı tuttuğunda atar" diye bahsetmektedir.
Hafız yetiştirme
Burada yetiştirme usulünde anlam veremediğim ancak bana ilginç gelen hafızların kafalarının okuma esnasında hocanın elleri arasında bulunmasıydı. Anında cezalandırma için mi yoksa konsantrasyonla ilgili mi? Belki de betimlemeyi yanlış anladım, bilemiyorum.
Falaka
Başvurulacak en son yöntem diye tabir ediliyor falaka. Öyle ki yaşını almış hafızlarda bile kullanılabiliyor. Şekil şemal bakımından figürü gözümüzün önüne getirebileceğimizi düşünüyorum: Kıvrılmış bir bezin bağlı olduğu kalın sopayı iki ucundan tutan iki kişi ve ayakları havada sopa ile bez arasında sıkıştırılmış, gövdesi yerde olan cezalandırılacak kişi. Bu pasif figürün hareket unsuru olan kişi ise falakacı kişi.
Kitapta azgın falakacılar da var falakayı hiç kullanmayan falakacılar da. Kullanım tercihten ibaret. Azgın falakacılar genelde kanatmadan bırakmıyor. Öyle vahşi ki zevk bile alıyor bu işten falakacı mahluk. Kitapta, dozaj kaçıran falakacıya ailelerden şikayet geliyor bir ara. Sonradan üzüntüsünden midir hastalığından mı bilinmez hoca kayıplara karışıp ölüyor.
Sözün kısası kitaba ismini veren falaka, yeni mektepliler için âmin alayından sonra akla gelen ikinci unsur. Hocadan hocaya, kalfadan kalfaya şiddet derecesi değişen bu uygulama bir denetime tabi olmadığından fena sonuçlar doğurabilmektedir, doğurmuştur.
Kısa bir girişten sonra şimdi biraz daha parçalı inceleme yapalım. Bu incelemeyi ben yaptığımdan dikkat çekeceğim noktalar da değişecektir. Kitap üzerinde içeriğin gelişmesi sizin de yardımınızla yani yorumlarınızla mümkün olacaktır.
Âmin alayı
Çocukların Kuran okumayı öğrenip, Arapça yazı yazmayı ve elbette ki Arap harfleriyle okumayı da öğrendiği Kuran kurs ve örgün öğretimin yapıldığı okulların karması niteliğindeki mektepler toplumda çok önemli bir yer işgal etmektedir. Öyle ki çocukların mektebe yazılmaları sebebiyle mahallede ve mektepte geniş çaplı denilebilecek merasimler terkip ediliyor. Bu merasime "âmin" deniliyor. Mektebe kaydolan çocuk başta olmak üzere bir bayram havasıyla tüm mahalleli en güzel kıyafetlerini giyerek bu alaya dahil oluyor. Bu alayda ilahiciler, hafızlar, hocalar, ve diğer öğrenciler mektebi temsilen yer alıyor ve çeşitli etkinlikler yapılıyor. Yeni mektepli olan çocuğu -Ahmet Rasim gibi- en çok heyecanlandıran ise bir midilli ile belli bir güzergahta gezdirilmesi olsa gerek.
Mektepte misafirlik
Âmin sona erdikten sonraki üç okul günü "misafirlik" olarak belirlenmiş. Hem ders yoğunluğu olsun hem de ceza, çocuğu mektebe alıştırma ve ona mektebi sevdirme açısından oldukça azaltılıyor. Dördüncü gün diğer öğrencilerle "eşitlenen" öğrencide şok etkisi olmasın diye yoğunluk azar azar artırılıyor. Pek tabi -Ahmet Rasim'in deyişiyle- uslu duranlar dayaktan, cezadan uzak kalıyor.
Mektep değiştirmeler
Ahmet Rasim'in âmini sonrası yanlış hatırlamıyorsam 3 kere mektep değişikliği gündeme geliyor. Bu değişiklikler kimi zaman evin yanması, kimi zamansa evi üç harflilerin basması nedeniyle oluyor. Son değişiklik ise Rasim'in halasının isteği üzerine oluyor. Halası Rasim'i aile eşrafıyla beraber evine davet ediyor. Bu kısımdan sonra Rasim, artık, "seksenlik yeniçeri eniştesi"nin himayesine giriyor. Bu arada eklemek gerekir: kendisi küçük yaşta babasını kaybetmiş bir yetimdir.
Bevvab
Amin alayı sonrası mektebe başlayan çocuk artık mektebin bir üyesidir. Bu üyelik gereğince bazı ayrıcalık veya daha doğrusu gündelik hayattan farklı uygulamalarda da bulunuyor. Bunlardan biri de o zamanın yaya servisi bevvablar. Bevvab kelime olarak "kapıcı" anlamına gelmekte. Öyle ki anlamıyla paralel bir şekilde bevvablar mektepli çocukları sabah evlerinin kapısından mektep kapısına, paydos zamanı da mektep kapısından evlerinin kapısına bırakan, bununla görevli, mektep bünyesinde iş gören kişilerdir. Bevvablar, günümüz servis anlayışına benzemektedir. Ancak elbette ki günümüz servisçisinden oldukça farklıdır. En bariz farkı bevvabın daha yavaş ve "pratik" olmamasıdır. Ancak bu, çok yüzeysel bir bakış açısı. Bunun haricinde bevvab bir güven teşkil etmektedir, çocukları kollamakta, mektep yolunda onları bir düzene koymaktadır. Göz kulak olma deyimi bu görevliler için biçilmiş kaftan niteliğindedir. Elbette uzun okul yolları için servis vazgeçilmez bir unsurdur ancak bevvab kadar güven vermesi(elbette ki bevvab seçimi burada çok önemli, aksi halde bin kat daha kötü bir uygulamaya dönüşür) pek de mümkün değildir.
Kara Sütnine
Hz. Musa'nın Nil'de bulunması ve sütnineye verilişi - İllüstrasyon |
Arap-Mısır kültürünün etkisi olan "sütanne uygulaması" Osmanlı'da çokça rastlanılan bir durum. Bu durum kitapta da mevcut. Öyle ki Rasim'in bir sütninesi vardır. Genelde de sütannelerin "Arap bacı" tabiriyle anılması köken itibariyle sütannelerin zenci(Habeş) veya esmer tenli(Arap) olmasındandır. Rasim sütninesinden, "her şeye karışan Arap karı" diye bahsetmektedir. Sütninesinden -yine kendi tabiriyle- hafif bir tokat yediğinde ise "Arap damarı tuttuğunda atar" diye bahsetmektedir.
Hafız yetiştirme
Burada yetiştirme usulünde anlam veremediğim ancak bana ilginç gelen hafızların kafalarının okuma esnasında hocanın elleri arasında bulunmasıydı. Anında cezalandırma için mi yoksa konsantrasyonla ilgili mi? Belki de betimlemeyi yanlış anladım, bilemiyorum.
Falaka
Başvurulacak en son yöntem diye tabir ediliyor falaka. Öyle ki yaşını almış hafızlarda bile kullanılabiliyor. Şekil şemal bakımından figürü gözümüzün önüne getirebileceğimizi düşünüyorum: Kıvrılmış bir bezin bağlı olduğu kalın sopayı iki ucundan tutan iki kişi ve ayakları havada sopa ile bez arasında sıkıştırılmış, gövdesi yerde olan cezalandırılacak kişi. Bu pasif figürün hareket unsuru olan kişi ise falakacı kişi.
Kitapta azgın falakacılar da var falakayı hiç kullanmayan falakacılar da. Kullanım tercihten ibaret. Azgın falakacılar genelde kanatmadan bırakmıyor. Öyle vahşi ki zevk bile alıyor bu işten falakacı mahluk. Kitapta, dozaj kaçıran falakacıya ailelerden şikayet geliyor bir ara. Sonradan üzüntüsünden midir hastalığından mı bilinmez hoca kayıplara karışıp ölüyor.
Sözün kısası kitaba ismini veren falaka, yeni mektepliler için âmin alayından sonra akla gelen ikinci unsur. Hocadan hocaya, kalfadan kalfaya şiddet derecesi değişen bu uygulama bir denetime tabi olmadığından fena sonuçlar doğurabilmektedir, doğurmuştur.
-nbsas-
Yorum Gönder